Kalabalık şehrinin karmakarışık sokağının kağıt evlerinden birinin teras katındayız. Herkesin kapısını kapatıp yataklarına çekildikleri saatler. Şu saatlerde kağıt evler hakkını veriyor tüm sokak sevişen çiftin iniltisi ile inliyor. Edip ve ben birbirimize bakıp gülüyoruz. Yaşama sevinci içinde bir masa kurmaya başlıyoruz kendimize teras katımızda. Yarı aç yarı tokuz ama ne bulduysak koyuyoruz. İki bira getiriyorum en son masaya. Bırakırken birazını döküyorum sakarlığımla. Edip’e bakıyorum göz ucuyla Edip sandalyesine oturmuş elinde her zaman yanında taşıdığı o küçük yıpranmış defteri beni izliyor garip bir edayla. Göz göze gelince tebessüm ediyoruz ikimizde.
– Sakarım değimli hocam? Dur bir çiçek koyayım şu masaya da örtbas edeyim onun güzel kokusuyla, diyorum.
Tebessüm ediyor hala bana. Çok konuşmayı sevmez Edip ama konuştu mu da sussun istemezsin asla. Anlamak zor gelebilir ama her cümlesinde derin manalar saklar sana. Sonunda oturuyorum ben de masaya. Başlıyoruz buz gibi biralarımızı yudumlamaya karanlık gökyüzünün altında terasımızda Sbobet.
– Hocam!, diyorum. Nolur susma, anlat biraz. Konuş biraz.
– Masa da masaymış ha! Diyor.
– Affedin hocam? Diyorum. Elindeki o eski defteri açıyor yavaşça, başlıyor okumaya
‘Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu. ‘
– Şerefe hocam! Diyorum, Masaya!
– Masa da masaymış ha! Diyor. Gülüşüyoruz. Şişeler birbirine çarpıyor. Yudumlar kalbimize akıyor Betme88.
Yudumların kalbimize akışından mıdır bilmem yavaşlıyor sanki her şey, herkes, ben, evren, cümleler, görüntüler. Durgunlaşıyoruz. Edip ve ben. Gökyüzüne bakıyorum kapkaranlık.
– Eskiden yıldız denen şeyler vardı be hocam, diyorum. Siz nedir bilir misiniz? Hiç gördünüz mü?
Sessiz kalmaya ve defterine bakmaya devam ediyor.
– Kafamı kaldırdığımda parıl parıl parlardı her bir tarafta. Saymaya çalışırdım. Çocukluk. Sonsuz nedir bilmeyen çocukluk. En parlak olanı bulmaya çalışırdım. En parlak olan benim yıldızım olacaktı. En parlak olan sanki içimi de aydınlatacaktı. Yıldız umuttu hocam. Bir balona atlayıp o en parlak yıldıza ulaşmayı hayal ederdim. Ben bir yıldız tutup balonumla ona giderken aynı yıldızı tutmuş ve başka bir balona binmiş yıldızımıza süzülen O’nu da hayal ederdim. Aynı yıldızda buluşma arzusuyla yanardı içim o kim olduğunu hiç bilemediğim. Şimdi yıldızlar yere indi hocam. Gökyüzünden yıldızları sildi her bir toprak zerresini kaplayan şu kağıt evlerin karmakarışık sokakların ışıkları. Kapkaranlık etti gökyüzünü insan denen yobaz deli. Yıldız koymalı hocam. Yeniden. Kapkaranlığa. Pasparlak. Yanıp sönen. Umut veren. Ulaşılmak istenen.
Sessizlik oluyor bir süre. Konuşmuyor Edip. Göz ucuyla ben konuşurken beni takip ediyor sadece. Defterine dönüp yazmaya devam ediyor.
– Var mısın be hocam, diyorum. Göğe bir yıldız ekleyelim!
Sesimdeki heyecan onda merak uyandırmış olacak ki kafasını kaldırıp ve bana anlamadığını ifade eden bir bakış ile bakmaya başlıyor.
Hemen kalkıyorum sandalyeden sendeleye sendeleye içeri koşuyorum. Edip elimdekine şaşkın ifadelerle bakmaya devam ediyor.
– Dilek feneri bu hocam, diyorum. Yakıp salacağız şu kapkaranlık gökyüzüne üzerine dileklerimizi doldurup hem de. Bir yıldız tutturmuş olacağız aynı zamanda kahrolası karanlığa.
Dikkatli ve bir o kadar hevesli yakıyorum nerden geldiğini bilmediğim dilek fenerini. Edip de heyecanlanmaya başlıyor hissediyordum. Dileklerimizi tutup yavaşça göğe bırakıyoruz feneri. Yükseldikçe parlıyor. Yükseldikçe gülümsememiz artıyor. Çocuklar gibi kahkahalar atmaya başlıyoruz. Yükseldikçe tüm şehir sanki uyanmaya başlıyor. Umut sanki yeniden canlanıyor. Yükseliyor. Yükseliyor. Ve bir ivedilikle sönüp, Düşüyor . Düşüyor. Gözden kayboluyor. Edip’inde yüzü düşüyor . Hüzünleniyor. Sandalyesine geri oturuyor, sakince defterine uzanıp , yazmaya devam ediyor.
– Düştüğü yerden bulalım mı hocam! , diyorum. Düştüğü yerden bulalım mı dileklerimizi!?
Edip sonunda tekrar dudaklarını kımıldatıp;
‘O ben ki
bir kadında bir çocuk hayaleti mi
bir çocukta bir kadın hayaleti mi
yalnızca bir hayalet mi yoksa
ne peki
yere dökülen bir un sessizliği mi
göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
…
bilmez miyim hiç
böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
kısacık bir zaman olmalıydı elimde
…
ama ne gezer’
– Düştüğü yerden bulmaya değmez miydi hocam, diyorum. Dileklerimiz. Yine mi kaldı bize. Düşüşlerimiz.